Just another WordPress.com site

Hünaydın Şerbeti…

Bir Demet Reyhan, Bir litre sıcak su, birkaç parça limon tozu, şeker, nane yaprağı, limon dilimi…

Eskiden adı reyhan şerbetiydi. Ama dinleyicilerimiz o kadar beğendi ki, adını Hünaydın Şerbeti koydu. Şenol Usta, Gülben, Emine, Kerem Bey-Resmiye Hanım, Murat Bey-Halide Hanım, Mukaddes Hanım, Necla Abla, Seniha Hanım, İmren Abla, Çiğdem Hanım… Herkese teşekkürler.

Denemek isteyenler için… Kesinlike tavsiye edilir…

Görsel

Yağmuru Bekliyorum…

Yağmuru Bekliyorum….

 

 Sıcak günlerin ardından yağmur… Kulağa ne kadar hoş geliyor. “Bir türlü gelmeyen yaz, gelip de bunaltan yaza döndü”. Bir sonraki cümle, “Bir türlü gelmeyen yaz, gelip de gitmeyen yaza döndü” şeklinde olursa hiç şaşırmam.

Image

Ben bugün yağmuru bekliyorum. Akşamdan gözüm gökyüzündeydi zaten. Azıcık yağsa, serinlesek de öyle uyusak diye, olmadı. Yine serinlemek için klimalara muhtaç, yattık. Uyuduk mu? Zor! Gece ara ara gökyüzündeyim yine, serinleme yok, bulut yok, yağmur yok. Beklenen bulutlar sabah ışıklarıyla geldi. Çok şükür yağacak dedik. Birkaç damla düştü, sonra ortalık yine güneş, yine sıcak.

Yağmuru bekliyorum… Uzaklardan gelecek dostu bekler gibi. Yurtdışından geldiğinde çantasından ne çıkacağını merak ettiğim amcam gibi. 

Yağmur sonrası o muhteşem kokuyu hayal ediyorum. Yeşil yapraklardan süzülüp toprağa değdiği an, suya hasreti sona erecek toprağın kokusunu… Beni yine yıllar öncesine, çocukluğuma götürecek, yaşadığım koca şehirde bulamadığım o kokuyu yine hissettirecek toprak kokusunu…

Yaz yağmuru biliyorum çabuk geçecek. Ertesi güne ne serinlik, ne de koku kalacak. Ama benim içimi bir süre avutacağı kesin.

Sıcak Günlerde Neler Yememeli?

Tunus üzerinden gelen, Balkanlar üzerinde etkisini daha da arttıran sıcak havalar, hafta sonu yakıp kavuracak…

Uzmanlar bu sıcak havalarda, özellikle 11:00-16:00 saatleri arasında serin ve esintili yerlerle olmaya çalışın diyor. Bu arada ince ve açık renk giysiler giymek; bol bol sıvı tüketmek; lif ve su oranı yüksek karpuz, kavun, şeftali gibi meyveler yemek de tavsiyeler arasında yer alıyor.

Image

Su içmeyi sevmeyenlere bir tavsiye: Su şişeniz ya da sürahinize, birkaç dilim elma, birkaç yaprak nane ekleyerek suyunuzu tatlandırabilir, içimini kolaylaştırabilirsiniz

Sıcak havalar zaten iştahımızı iyiden iyiye kesti. İnsanın canı sudan başka bir şey istemiyor diyenlere de uyarımız var: Fazla suyun da vücut için zararlı olduğunu unutmayın. Gün içinde 2-2.5 litre su yeterli. Su ile birlikte taze sıkılmış meyve suyu, az şekerli limonata, çay ve soğuk bitki çayları tercih edilebilir.

Yazın yağlı yemekler, hamur işleri, şekerli ve asitli içeceklerden uzak durun… Şeker ilk anda harareti kesmiş gibi görünse de, kısa süre içinde yeniden susamamıza yol açacaktır. Yaz mevsiminin sebzeleri kızartma yapmaya çok uygun ancak mevsim uygun değil. Sebzeleri zeytinyağı ile kavurmadan pişirmek en ideal olanı. Türk Mutfağının geleneksel zeytinyağlı tarifleri bu konuda yardımınıza koşabilir.

Kronik hastalığı olanlar, yaşlılar, bebekler… Bu üç grup sıcak havalardan çok etkileniyor. Özellikle de tansiyon hastaları, gün içinde belli periyotlarda tansiyonlarını ölçmeli ve tuz tüketimini mutlaka sınırlandırmalı.

Salı gününden itibaren sıcaklıklar 8 derece düşecek ve mevsim normallerine gerileyecek. O güne kadar aman dikkat diyelim.

Muhteşem Türkiye…

Muhteşem Türkiye…

Aybars’ın dönem ödevlerinden biri, yaşadığımız coğrafyaya bir kez daha dikkatle bakmamı sağladı. Türkiye’de yetişen tarım ürünlerini araştırdık, bir harita üzerinde tek tek yapıştırdık. Kurutulmuş minik domatesler (yaz boyu çiçek açıp minik domates veren fidemizin üzerinde kurumuş olanları seçtik), biber, incir, kayısı, muz, kivi, çay, elma, pirinç, ayçiçeği, tütün, soğan, sarımsak, kiraz, buğday, mercimek, arpa, darı… Ne kadar zengin bir ülkemiz var.

Her bir ürünü tek tek bölgelerine göre yapıştırırken Aybar’ın da ne çok bilgi edindiğini düşündüm. Önce araştırma, sonra alışveriş, sonra harita çizimi, ürünlerin yapıştırılması ve en son da haritanın gururla paylaşımı. Aslında bu gurur haritaya verilen emekten çok, verimli topraklarımız ve onu işleyen ellere sahip olmanın gururu.
Her mevsimi ayrı güzel, toprağı bunca verimli, insanı çalışkan bu ülke tarih boyu neden cazibe merkezi olmuş… haritaya bakınca daha kolay anlaşılıyor sanırım.

Kıymetini bilmek, üretmek, paylaşmak ve gurur duymak lazım…

Yavaş yavaş yeşerirken tabiat, o her nefes aldığında bir son mektup yazıyordu aslında. Uzayan günler, açan çiçekler umurunda değildi. Kulağında doktorun sesi çınlıyordu sadece: ”Bu kadar zaman neredeydiniz, hastalığınız ilerlemiş. Tedavi için çok imkan bırakmıyor bize. Ama yine de ameliyatı deneyeceğiz. Sonra kemoterapi…” ses giderek uzaklaşıyor beyninde. Bundan sonra söylenenler kayda alınmamış. Muayenehaneden ne zaman çıktı, şimdi oturduğu banka nasıl geldi, hatırlamıyor bile.

Her bahar geldiğinde içi içine sığmazdı. İlk göçmen kuşları, kurulan ilk yuvaları, açan ilk çiçekleri, açık bırakılan pencereleri gönülden selamlardı. Derdi ki içinden “ …Bahar olsun yeter ki; her derdin üstesinden gelinir.” Gelinmiyormuş. Doktorun gözünün içine bakarak söylediği “kansersiniz, neden bu kadar geç kaldınız” cümlesini, ısınan hava, yağan yağmur, açan çiçek değiştiremiyormuş.

Hava biraz güzelleşmeye görsün, eve dönüşte köşedeki çiçekçi ile ortak olurdu. 3-4 günde bir taze çiçek almak en büyük keyfiydi. Kızlarına yaptığı sürprizlerden biriydi bu. “Şehir hayatında biz bahara gidemiyorsak o bize gelsin” der, evin banyosuna bile kır çiçekleri koyardı. Bu akşam eve giderken beraberinde kır çiçeklerinin güzel kokusunu değil, ölüm korkusunu götürecekti.

Ölmekten korkmuyordu aslında. Sevdiklerinden ayrılmak, onların yanında olamamaktı üzüldüğü. Kendine yanıyordu. O kitleyi ilk fark ettiğinde neden gitmemişti doktora. Göğsündeki o küçük kitle giderek büyürken kurduğu türlü senaryolarla, bunun kötü bir şey olmadığına inandırmıştı kendini. Şimdi eli sürekli göğsündeydi. Onu sevdiklerinden ayıracak kitleyi eliyle söküp atmak istiyordu. Nereden bulmuştu onu? Kızı ana sınıfına gidiyordu, seneye ilkokul birinci sınıfa başlayacaktı. Ona derslerinde kim yardım edecekti? Büyük kızı ergenliğe adım atıyordu yavaş yavaş. Desteğe ihtiyacı vardı. Annesini yanında görmek isteyeceği günlerdi bunlar. Nasıl yalnız bırakacaktı kızını? Biricik eşi… bunca yıldır hayatı omuzladıkları eşi kimsesiz kalacaktı.

Hayatı düşündü. Peşinden koştuklarını, ulaşmak istediklerini, mutluluklarını, dertlerini, evlendiği günü, kızlarını kucağına aldığı anı, yeni evini, ilk işini… Sevdiği yemekleri, gelen misafirleri, annesini, babasını….

Gözleri deniz kenarında oynayan çocuğa daldı. Dönüp dönüp annesine bakan, yaptıklarına onay isteyen küçük çocuk, gülen bakışlarını kendisine yöneltmişti. “Hayatın başındasın küçük çocuk” dedi içinden.” Kimbilir nelerle karşılaşacaksın. Düşeceksin, canın yanacak. Ama yine de ayağa kalkıp yola devam et. Kimsenin seni üzmesine izin verme. Güçlü ol. Başaracağına inan.” Son sözleri onu kendine getirmişti. “Başaracağına inan”

Kızlarının kendisine sarıldığını hissetti o an. Sımsıkı… İçindeki tüm hastalığını alırcasına. Birden damarlarına kan yürüdü. Bu hastalığı yenecekti. Üstelik kendisi gibilere yardım edecek bir kulüp kuracak, tecrübelerini paylaşacaktı. Her 10 kadından birinde görülen meme kanseri onu yenemeyecekti.

Ayağa kalktı. Taksiye bindi. Evin köşesinde indi, çiçekçiye gitti ve kır çiçeklerinden bir buket alıp evin yolunu tuttu.

(Bu yazı Hülya Aksu Düzgün’ün Haberkuşağı portalındaki köşesinde de yayınlanmıştır)

O gün, bugün…

Her sabah güneş yeniden doğar. Her yeni doğum bir umuttur, unutturur dünün acısını, derdini. Her doğan günle birlikte yeniden ısınır yüreğimiz hayata. “Başarabilirsin” diye fısıldar rüzgar kulağımıza, “başarabilirsin, yeter ki gerçekten iste.”
Dünde bıraktıklarımızda izlerimiz, gözümüz yarınlarda çıkarız her sabah yeniden yola. “O gün, bugün” deriz kendimize. “Beklediğim, her şeyin değişeceği,; iş bulacağım, yeniden başlayacağım, kilo vereceğim, terfi edeceğim, anne olacağım, babalığı tadacağım, barışacağım, affedeceğim… o gün, bugün.”
Dön kalbini güneşe bugün. Dön ve ısın. Sahip olduklarına şükret. Elindekini bilmezsen, yenisini ne yapacaksın ki zaten.
Ayakların seni dostlara götürsün bugün. Seni kuşkusuz, seni sorgusuz dinleyecek dostlara… Sımsıkı sarıl.
Ellerin ihtiyaç sahibine uzansın. Bugünün yarınından, varlığın devamından kim emin olabilir ki!
Arada kendini affetmeyi, yaralarını sarmayı da unutma. Sen kendini hoş görmezsen, başkaları nasıl görür kim bilir?
O gün, bugün… Unutma. Çok uzaklardan, eli kolu dolu gelen bir akrabayı karşılar gibi karşıla günü. Gülümseyerek ve mutlu…

Hükumet yastık altında olduğu iddia edilen 150 milyar dolar değerindeki altını ekonomiye kazandırmak için kolları sıvadı. Biz de bugün yayında dinleyicilerimize sorduk:
Acaba yastığınızın altında ne var?
Kimi yastığın altına elini koyarak uyuyor, yastığın altında eli var.
Kimi bebeğini uyutmadan önce eline verdiği oyuncağı yastığın altına atıveriyor.
Kiminin yastık altından saçı çıkıyor; kimi kel, saç bile yok yastığının altında.

Cep telefonları çoğunlukta…
Çalışanların çoğu, yastık altına sabah uyandırsın diye titreşime alınmış cep telefonunu koyuyor.
Kitabını, Mp3 çalarını, kulaklığını, tokasını, radyosunu yastığının altında saklayan var.
Yastığın altında yatağı olan var. Hatta çok şükür yatak var, kuru beton da olabilirdi diyenler var.

Hayallerim, dostlarım ve yastığım…
Yastığının altına uyumadan hemen önce kurduğu hayalleri atıverenler var.
Son olarak yaşı lazım değil bazı büyüklerimizin, yatarken çıkartmayı unuttuğu ve son anda kimseye belli etmeden yastığın altına iliştiriverdiği takma dişleri var.

Ama altın yok.
Yetkililerin bilgisine…


Şans mı Şanssızlık mı?

Ben hayatta şanslı olduğuna inananlardanım. (maaşallah diyeyim, dilimi ısırayım) Siz? Hep söylenir ama yaşanınca daha bir anlamlı olan :”sağlıklıyım, ailemle birlikteyim, sevdiklerim etrafımda, mutluyum, iyi bir işim var, işimi seviyorum da” cümlelerini ben de çok sık söylerim. Ama bunları böyle ağız dolusu söyleyebilmemin en önemli sebebi gerçekten yaşıyor olmam.

Bir şeyi çok sevmek bir şans.  Ama bu şans sizin için mi, başkaları için mi bilemem.

Sevdiğiniz kişi tarafından sömürülebilirsiniz mesela. En yakın örnekleri evimizdeki çocuklarımız. (olanlar için, olmayanlar için de farketmez, sokağa çıkın bir çocuğa sevgi gösterin hemen sömürmeye kalkacaktır. Mendil satan çocuk, bakkalda parası yetmediği için şeker alamayan çocuk, evdeki benzerlerinin aynısı olsa da oyuncak almak için gözünüzün içine bakan çocuk…)

İşinizi çok sevin… Sevin ve görün size angarya yükleyenler, “sen iki dakikada yaparsın şimdi” diyenler, kendi nöbetini size yıkmaya çalışanlar, yemek saatini aşanlar, geç kalanlar nasıl artacak. Teşekkür edenler de artsa, yine kabul edeceksiniz ama öyle de olmuyor. Teşekkür etmedikleri gibi kendi işlerini  sizin üzerinize yıkmanın pervasızlığıyla bunu alışkanlık haline getiriyorlar.

Komşularınızı çok sevin. Her gün size gelsinler, kahveler içilsin, kekler yapılsın… Sonra bir gün de siz ona gitmek isteyin. A.. o da ne, sizin gitmek istediğiniz gün,  komşunuzun temizlik gününe mi denk geldi. Yazık!

Akrabalarınızı çok sevin. Bu büyük bir şanstır. Ama şansınızı ters çevirmemek için sakın onlardan borç istemeyin.

Dostlarınızı çok sevin. Ama herkesin gerçek dost olmayacağını öğrenmek için küçük sınavlara girmeyi de göze alın.

Şans ve şanssızlık aslında bizim eserlerimiz. Pozitif düşüncemiz, olaylara bakış açımız, insanlarla iletişim biçimimiz “şanslıyım” ya da “şanssızım” dedirtiyor bize. Sürekli kullandığımız kelimelere, arkadaşlık ettiğimiz kişilere, okuduğumuz kitaplara, seyrettiğimiz programlara bakalım. Onları seçtiğimiz gibi, şanslı ya da şanssız olmayı da biz seçiyoruz aslında.

Şimdi ilk dersimize çalışıyoruz. Bir kağıda 100 kere “Ben Şanslı Bir İnsanım” yazacağız. Hazır mısınız?

Radyodan bir anı

Radyo’da canlı yayın sonrası bir kutlama yapılıyor. Sanırım bir doğum günü kutlaması. Reklam Müdürümüz Şükran Nalbant’la konuşurken Cihat “bizdesiniz” dedi ve çekti..